Ötüken ve İktidarın Kökleri: Devlet, Güç ve Toplumsal Düzen Üzerine Bir İnceleme
Bir siyaset bilimci olarak, güç ilişkilerinin mekânla nasıl iç içe geçtiği sorusu, her dönemin temel tartışmalarından biridir. İktidar, yalnızca bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda bir mekânın, bir toprağın ve bir kültürün ruhunu şekillendiren ideolojik bir sistemdir. Ötüken, Türk siyasi tarihinin en güçlü simgelerinden biri olarak, bu ilişkinin ete kemiğe büründüğü yerdir. Peki, Ötüken sadece bir başkent midir, yoksa iktidarın ve toplumsal düzenin metafizik temsili mi?
Ötüken’in Siyasi Hafızası: Hangi Devletlere Başkentlik Yaptı?
Tarih sahnesine baktığımızda, Ötüken coğrafyası — bugünkü Moğolistan sınırları içinde Orhun Irmağı civarında yer alan bölge — birçok Türk devletine başkentlik yapmıştır. Göktürk Kağanlığı (552–744), Uygur Kağanlığı (744–840) ve bir dönem Kırgız Devleti bu kutsal topraklardan yönetilmiştir. Her biri için Ötüken, yalnızca bir idari merkez değil; tanrısal bir iktidar kaynağı, “kut”un yeryüzündeki yansıması olmuştur.
Ancak siyaset bilimi açısından bu “kut” kavramı, teolojik bir inançtan öte, iktidarın meşruiyet aracı olarak okunmalıdır. Çünkü her devlet, yönetimini “ilahi yetki” ile temellendirerek, vatandaşın sadakatini ideolojik bir çerçeveye oturtmuştur. Bu, klasik Weberyen anlamda meşru otoritenin erken bir örneğidir.
İktidarın Kurumsallaşması: Ötüken’de Güç Nasıl Dağıldı?
Ötüken merkezli devletlerde iktidar, karizmatik liderliğin (kağanlık) yanında kurumsal bir yapıya da dayanıyordu. Toylar, yani meclisler, kağanın kararlarını tartışan ve zaman zaman yönlendiren organlardı. Bu durum, bugünkü demokratik katılımın ilk biçimlerini hatırlatır. Ancak bu katılım sınırlıydı; çoğunlukla erkek elitlerin söz hakkı vardı.
Burada dikkat çekici bir nokta, erkek egemen güç stratejilerinin toplumsal düzeni nasıl şekillendirdiğidir. Kadınlar ise, doğrudan siyasal otoriteye değil ama toplumsal bütünlüğe katkı sunan kültürel ve diplomatik rollerle öne çıkıyordu. Hatunlar, devletlerarası evliliklerle güç dengesini kurarken, halkın gözünde kağanın meşruiyetini güçlendiriyordu. Bu, kadınların “yumuşak güç” alanında tarihsel bir varlık göstermesinin en erken örneklerinden biridir.
İdeoloji ve Vatandaşlık: Kut’un Toplumsal İnşası
Ötüken’in ideolojik temellerinde, doğa, soy ve kutsallık kavramları belirleyiciydi. “Ötüken Yış” yani “Ötüken Ormanı”, yalnızca bir mekân değil, Tanrı’nın insana bahşettiği düzenin simgesiydi. Bu, vatandaşlık bilincinin doğal bir topluluk bağlamında şekillendiği anlamına gelir. Ötüken’de yaşayan birey, modern anlamda bir “vatandaş” olmasa da, ortak değerler etrafında bir siyasal topluluk oluşturuyordu.
Burada sorulması gereken provokatif bir soru şu değil midir: Modern ulus-devletler, Ötüken’in kutsal ideolojisini seküler bir ulusal kimliğe mi dönüştürdü?
Bu sorunun cevabı, siyasetin doğasında gizlidir. Çünkü ideoloji, her dönemde iktidarın en etkili meşrulaştırma aracıdır. Göktürk Yazıtları’nda dahi, “Türk budun için gece uyumadım, gündüz oturmadım” diyen Bilge Kağan, halkına yönelik bu ideolojik söylemi iktidarın sürekliliği için kullanmıştır.
Eril Strateji ile Dişil Etkileşim Arasında Bir Devlet
Ötüken merkezli siyaset, erkeklerin stratejik güç kurgusuyla kadınların toplumsal etkileşim gücünü birleştiren melez bir yapıya sahipti. Kağan askeri gücü, hatun ise toplumsal meşruiyeti temsil ederdi. Bu ikili yapı, devletin hem güvenlik hem de dayanışma temellerini oluşturuyordu.
Bu noktada modern okuyucuya sormak gerekir: Bugün iktidar hâlâ eril mi, yoksa dişil etkileşim biçimleri mi iktidarın doğasını dönüştürüyor?
Siyaset, yalnızca kılıçla değil; sözle, duyguyla ve anlamla da kurulur. Ötüken, bu gerçeğin tarihsel laboratuvarıdır.
Sonuç: Ötüken Bir Mekân Değil, Bir Siyasi Bilinçtir
Ötüken, sadece Göktürklerin ya da Uygurların başkenti değildir; Türk siyasal düşüncesinin beşiğidir. Orada şekillenen güç ilişkileri, bugün hâlâ devletin temel dinamiklerini anlamamız için bir referans noktasıdır.
Bu yüzden, Ötüken’i anlamak, geçmişi hatırlamak değil; iktidarın doğasını yeniden düşünmektir.
Belki de sormamız gereken en derin soru şudur: Bir millet, kendi kutsal merkezini unuttuğunda, iktidarını da mı kaybeder?